19 Nisan 2015 Pazar

Çevrimiçi misin Aşkım!

Yan odadan yükselen çığlık; çevrimiçi misin aşkım?
Ortalama doksan metrekare evlerde muhtemelen iki çekyatlı salonlarda yaşayan ortalama insan bir elinde TV kumandası bir elinde akıllı telefonu tıkıdık tıkıdık dokunup çatır çatır keyif çatıyor.
Öyle mi!
Salondan mutfağa vatizap mesajı; pilav pişti mi hayatım? Hala cevap gelmedi, acıktım ben, oysa okumuş görünüyor mesajı, yoksa başka yerde mi çevrimiçi!
Kişisel hayatların açmazında, kamusal alanlarının boğuculuğunda fantastik bir yolculuğa çağıran çevrimiçilik….
Sanal iletişim çok daha çekici bir özgürlük alanı, çevrimiçinde balataları sıyırmak mümkün, değil mi?
Pilav pişti aşkım, gel.
Beyin dumura uğramış olabilir mi!
Gündelik siyaset düzlemini fazlasıyla aşan derin ve çok boyutlu bir toplumsal kutuplaşmanın yaşandığı bu topraklarda ferahlığın sanal denilen o alemde aranmasında çok da şaşılacak bir yan yok. Kişilerin yüz yüze gelmediği bir ortamda abartı veya uç duygular adeta olağan bir hal alıyor. Toplumsal kültürün ayıp kavramının tahakkümünden darlanan çevrimiçi insanı adeta zincirlerini kırıyor ve duygularını son derece abartılı ve gerçekten uzak tonlarda aleme fırlatıyor.
Ruhlar güzergahını yitirmiş olabilir mi!
Araştırmalara göre sosyal medyada en çok sözü geçen duygu nefret; herkes her gün bir şeylerden nefret ettiğini yazıp duruyor. Sıkılma, korkma, öfke, mutsuzluk gibi olumsuz duyguların da öne çıktığı görülüyor.
Nefret duygusu haliyle pek çok başka olumsuz duyguyuı doğuruyor; umutsuzluk, karamsarlık, öfke, korku, dışlama /dışlanma, korku, değersizleştirme, ötekileştirme / ötekileştirilme gibi birçok olumsuz duygu bir arada yaşanabiliyor. Çevrimiçi dünyalarda insanların bu duyguları kime? Ötekileştirdikleri, yabancılaştıkları, rekabet ettikleri diğerlerine, yani herkese!
Paylaşılan duygular içinde en çok öne çıkan bir diğer duygu aşk…
Şaşırdınız mı?
Şaşırın biraz çünkü çevrimiçilikte sözü edilen aşk ya kedilere ya da daha ziyade alışveriş ürünlerine; aşk gibi çok özel duyguları bile insanlar alışveriş metalarına bağlı olarak kullanıyorlar; ay ben bu ayakkabıya aşık olduuuum!
Tüketim mutluluktur ya da mutluluk tüketmektir!
Kendisi olarak varolmanın mümkün olmadığı, ancak arabası, kredi kartı ve başkalarının omuzlarına basarak yükseldiği yerde ötekine yansıttığı tüm özellikleriyle aslında muhtemelen kendi halinden nefret ediyor çevrimiçi insanı.
Tutkunun ifadesi olarak favlamak, beğenmek, paylaşmak özünde kendisine yönelen bir değer katma arayışı…
Yoksa neden icat edilsin selfie çubuğu!
Konuşmayı, dokunmayı giderek unutan insan ‘camdan cama’ kurulan yüzeysel, sorumluluktan uzak ilişkilere yöneliyor.
Kabullenilmeye duyulan ihtiyaç…
Temiz bir jilet ile defolarını kusurlarını gizleme imkanı…
Maskesiyle yarattığı yansımasını izleyen müstehzi bir sırıtış…
Kendi kendini var etme imkanı…
Cilalı bir ayna yaratma imkanı…
Ve güm!
Kendi kendini imha etme imkanı!
Ve evet….
Ve nihayet…

Herkes birbirine çevrimiçi ve lakin herkes kendine fena halde yalnız!

6 Mart 2015 Cuma

Sosyal Medyada Psikolojik Şifremiz; Ötekini Merak Etmek

1970'lerin başında ABD hükümetinin olası bir nükleer savaş karşısında askeri iletişimi sağlamak için geliştirdiği bir proje olarak interneti tasarlayanlar bugün gelinen aşamayı seyrediyorlar mıdır?
Evet, muhtemelen bıyık altından gülerek…
Çünkü internet bugün hayatın ta kendisi, toplumun her türlü yaşama etkinliğini gerçekleştirdiği gerçek bir mekanı haline gelmiş durumda; 2004 yılında kullanılmağa başlayan Youtube, Facebook, Twitter, İnstagram, akıllı telefonlar, sosyal ağlar ya da sosyal medya gibi ikinci nesil internet hizmetleri sayesinde internet artık hem medya, hem alışveriş merkezi, hem karşılıklı ilişki kurma, dedikodu ve miting alanı olarak kullanılır hale geldi. Herkesin düşüncelerini özgürce ifade ettiği bir alan, demokratik bir zemin, bir kamusal alan, imkanı olanlar açısından dev bir kütüphane haline gelen sosyal medya katılım, paylaşma, etkileşim üzerinden süregiden diyaloğa başkalarını da, bir başka deyişle “öteki”ni de dahil ediyor.
Günlük hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelen sosyal medyada kullanıcılar toplumsal olaylara düşünce ve görüşleriyle katılıyor, politika, alışveriş dahil her şey yapılıyor, samimi ve kişisel ilişkiler sosyal medya ortamında yaşanıyor, gerçek yaşamlardan olay ve aktiviteler taşınıyor, günlük hayatın neredeyse tüm işleyişi bu ortamda yaşanıyor.
Neden ve nasıl?
Çağın iletişime doymuş toplumunda, aşırı hızlı kent yaşamıyla parçalanmış, örselenmiş insanının en bariz özelliği olan ve giderek baş edilemez hale gelen yalnızlık duygusu, insanları ilişkilerin kolay üretilebilir ve kolay erişilebilir’ olan sosyal medya ortamına itiyor. Kendini ifade etme ihtiyacı, duygu ve düşüncelerinin dikkate alınması arzusu, karşılıklı paylaşım mekan engeli olmadan sadece çevrimiçi olmakla sağlanabildiği için yalnızlığı gidermede önemli bir işlev görüyor. Reel hayatta birbirlerine bağlanmaktan kaçınan hızlı çağ insanı daha çok sosyal ağlarda yakınlık kurmayı, bir başka deyişle kablolar aracılığı ile birbirine bağlanıp daha az sorumluluk almayı tercih ediyor. Farklı ya da sahte kimliklerle bağlar kurma şansı veren sosyal medya yeni bir kimlik edinme imkanı da vermiş oluyor; gerçek hayatında olamadığı kişi olarak arzu ettiği bir kimlikle sosyal ağlarda var olabiliyor. Gerçek kimlik gizlendiği için sözlerinin sorumluluğundan kaçabiliyor, baskıcı rejimlerde fikirlerini özgürce ifade edebilirken öte yandan insanlar arası iletişimin asgari gerekleri olan nezaket, saygı, kibarlık gibi davranışları göstermeme imkanı da buluyor. Bu işleyişte  bireyler  aynı anda hem röntgenci hem de teşhirci bir konuma doğru savrulabiliyor çünkü kullanıcılar, sosyal ağlarda hem her an her yerde görünmek, göstermek ve aynı zamanda görmek ve gözetlemek istiyor.
Facebook, Twitter, Instagram vb. sosyal ağlarda bireylerin özel hayatları giderek kamuya açılırken mahremiyet algısı da giderek aşınıyor, röntgen ve teşhir duyguları destekleniyor; herkes birbirinin yazarı, okuru olurken aynı zamanda birbirinin röntgencisi teşhircisi haline geliyor.
Pek çok yararlı bilgi ve paylaşımın yapılabildiği sosyal medya bu bakımdan, en büyük zararı insani ilişkilerindeki hakikilik, içtenlik, derinlik ve süreklilik ögelerine veriyor. Sürekli erişime açık olmakla çağ insanı kitap okumak, resim yapmak, bir banktan denizi seyretmek gibi haz verici etkinliklerden tümüyle uzaklaşır hale geliyor. Ve fakat ilgi ve şefkat arayışına düştüğü sosyal ortamda yalnızlığımı gidereyim ve ilişkiler kurarak oyalanayım derken hayata dair hayal etme yetisini de kaybederek aslında daha fazla yalnızlığa gömülüyor.
Ötekini merak etmek dürtüsüyle ve kendini ötekine duyurmak, göstermek amacıyla yer alınan sosyal medya bir bakıma çağın buhranlı yalnız insanının hikayesine de tanıklık ediyor.


31 Ekim 2014 Cuma

Reng-i nâr

Tut ki!
Tut ki veremli bir fahişeyim İskenderiye'de
Yatağım reng-i nâr
Gene de sevecek misin beni!
Göremezler  izlerimi
Açsalar da heryerimi
Veremli bir fahişeyim İskenderiye'de
Her yanım kanar
Kulağımda bir doğum sancısı çınlar
Tenim kupkuru
Yastığımda salyalar
Yüreğim dermansız
Her bir şey mümkün
Hatta aşk bile!
Bir tek ölüm imkânsız!

16 Ekim 2014 Perşembe

Ah AVRUPA ve DİĞERLERİ! Al Beni Koynuna!

Acıklı bir sevda hikayesi bu…
Uzadı biraz bu nişanlılık, telaştayım panikteyim, vuslata eremeden yüzüğü atacakmışsın gibi bir hal var duruşunda, geberiyorum endişeden, beyaz gelinlik gözükmüyor ufukta. Hulasa vaziyetim epeyce garip, ruhum senin olamamaktan muzdarip.
Bak çırpınıp duruyorum, muhtacım, bırak senin vereceğin özgürlükle sarhoş olayım, izin ver, getireceğin demokrasiyle uyuyayım. Kırma umutlarımı ne olur, şu “yeni dünya düzenine” senin kurallarınla uyumlanayım.
Hatırlarsan bir zamanlar dayanmıştım kapına, kader ağlarını haince örüp geri tepince fetih, kutsal ırkımın kanını bıraktım Viyana kapılarında,Makedonya topraklarında.Ah olsa da göstersem yine aba altından sopa, bu yüzden, sırf bu yüzden kızgınlığımı gizlemekteyim diplomatik sırıtışımın altında. Ama sen aldırma, yine de şefkatli ol, nihayetinde bu sadece torunlarıma anlattığım masalsı bir hatıra.
Merhamet et, razı geldim her şeye, hem o yana hem bu yana. Nedir ki ‘bağımsızlık’ dediğin, nedir ki ‘ulusal onur’ senin koynuna girmenin hayalinin yanında. Hepsini bir pula satayım, bir adanın topraklarını ben sensiz ne yapayım, ne ehemmiyeti var gümrük antlaşmasının manasının, yahut tüm diğer dayatmalarının, al hepsini “Euro”nun tatlı rengine bula. Ah Avrupa, al hadi al beni koynuna, al hadi senin olsun ne varsa hayatımda, lakin, mümkünse eğer…bir tek… yarım ekmek arası kekikli acılı öküz bağırsağıma dokunma!
Söz sana, sokmayacağım koyunlarımı bir daha o konforlu banyolarına, “karafatma” dediğin çarşafımı çıkarıp atacağım, trendy türbanlarla katılacağım kokteylli akşam toplantılarına. Zaten ‘medeniyet’ denen şey yalnız senden gelendir, malum, yalnız sende olandır mükemmel yaşantılar, benim kendi tarihsel kimliğimin ne önemi var! E tabi ki hepsi birer palavra, en kutsal olan bu siyasi manevra. Ah Avrupa, olmaz sensiz,  bırakma beni dışarıda, şu bağırsak hususunda kafam biraz karışsa da…e hadi, büktüm boynumu gayri,  dokun bağırsağıma da, sen yeter ki al beni o sıcacık koynuna…Ecdadımın kokusunu aldığım Makedonya’dan sonra olsa da…




15 Ekim 2014 Çarşamba

Demeç Bahane, Manipülasyon Şahane! Bu sefer Kobane!
Yine flaş…flaş…yine az sonra…
Medyanın efendileri kurguluyor, üretiyor, sunuyor! Öyle sansasyonel ki manşet, öyle flaş flaş ki alt yazı, düşünen ve bilen kafaları bile heyecanlandırıyor, neredeyse sınırsız gücüyle medya yine büyülüyor!
“Haber”, hayatın doğal ve sosyal akışı içinde içsel dinamikleriyle oluşmuyor, kaynakla ilgililer arasında hesap-kitapla oluşturulup ve yeniden üretilip “piyasaya” sürülüyor. Ve kandırılmağa yatkın ve hazır hale gelmiş bizler medya marifetiyle gerçekleştirilen mal ve hizmet akışındaki hızın sarhoşluğunda ve bilgi bombardımanının yarattığı cehalette boğulmağa devam ediyoruz.
 Kafalar bulanıklaşıyor, gücün fiziki alandan manevi alana nasıl dönüştürüldüğünü ve en büyük güç olan paranın renginin nasıl değiştiğini görmekte zorluk çekiyoruz. Paranın artık üzerinde birtakım büyük büyük insanların basılı olduğu  kağıtlar olmayıp medya denilen bir devin üzerimize saldığı enformasyonun ta kendisi olduğunu fark edemiyoruz. Yakın zamanlara dek paranın kendisinden güç aldığını bildiğimiz iktidarın artık iletişim araçlarının denetimi ve yönlendirimi yoluyla gücü ele geçirip kullandığını yeterince kavrayamıyoruz.
Reyting ve tiraj çıldırmış durumda, artık neyimize göz dikildiğini kavramaktan bile yoksunlaştırılıyoruz, sadece bilemiyor değiliz, medyanın açgözlü efendileri tiranlığa doğru yol alırken bu gidişat direnilemez de gözüküyor. Giderek kültür, değer ve idealden koparılmış bir toplumda medya iyi çalışıyor; köşe dönücülüğün egemen felsefe kılınmasında, dramların allanıp pullanıp spotların önüne sürülmesinde, tüm değerlerin ve deneyimlerin ticarileştirilmesinde ve vurdumduymazlığın hemen her kesimde içselleştirilmesinde başrolü oynayan medya, kurumsal ve insani ilişkileri de yeniden düzenleyip tüm toplumu yeniden biçimlendirerek sadece dimağımızı hadım etmekle yetinmiyor, hayatlarımızın anlam haritasını da parçalıyor.
Medya cemaatiyle de iyi çalışıyor… Cemaat, sahibinin sesi olmaktan çıkamıyor; yazdığı gazetenin, konuştuğu televizyonun bedenini aşıp kişiselleştirerek kendini, bu medyatik toplumun geldiği noktaya dair bir uyandırma çabası göstermiyor. Medya eliyle kaybettiklerimiz ve kazanabilir olduklarımız, yenilgilerimiz ve umutlanabilir olduklarımıza dair cemaatin “çoğunluğundaki” suskunluk paranın eski ve yeni rengiyle ideal bir uyum sağlıyor.
Eli kalem tutanlar, ağzı laf yapanlar…Herkesi, birbirinin yazarı ve okuyucusu yapan, kalem hakkını kutsal sayan yazılı medya ve herkesi, birbirinin oyuncusu ve seyircisi yapan, kamera hakkını kutsal sayan görsel medya…
Peki, kimse yok mu orada!
Medyanın yaygın zihinsel kıskacından kurtulup daha geniş bir bağlamda düşünebilen bir avuç “azınlık”, düşün dünyalarını sakınmağa ve yaşama namuslarını korumağa çabalarken üzerlerinde iktidarın bu yeni hallerinin baskısıyla ya umutsuzlukla ve sindirilmişlikle çekip gidiyor yahut, medyanın “vaatkarlığının” çekiciliği onları da içine alıyor ve günün adamları haline gelişlerini bir tören edasıyla sergiliyorlar.
Peki, kimse yok mu dışarıda!

“Azınlıkta” olmanın tedirginliği “Çoğunlukta” olmanın güvencesinde yaşamağa hiç de benzemiyor, ama…Çoğunluktan olmanın koruyucu ve meşruiyet kazandırıcı gücüne kapılmayanlar var…”Uyumlu” olmanın pragmatik yararına ve adaletsizliğin yarattığı iktidara yaslanmanın avantajlarına inatla direnenler var…Geleneksel olanın nemalarına sırt dayayıp, “ileri dünyanın” her türlü nimetlerine göz dikenlere rağmen insanca yaşamı herkes için gerçek, herkes için somut kılmağa emek verenler var…Geçmişi ve geleceği taşımanın ağırlığına cesaretle katlanan o bir avuç “azınlık” kalemleri ve sözleriyle, bu modern medyatik zamanlarda da mağdur ve mazlum olanın yanında yer almağa devam ediyorlar. Kalemleri ve sözleri hep bizimle olsun!

14 Ekim 2014 Salı

Hadi Manipüle Et Beni Global Medya Amca!


Diyorlar ki senin için Global Medya Amca, beynimizi yıkamak için ülkemize gelmektesin, sakın geç kalma! Güya, bir yönlendirme ve denetim aracı olarak güçlü ve ayrıcalıklı kesimlerin çıkarına hizmet etmekteymişsin, aman ha aldırma! Sakın ola ki özgürlükçü değerlerin savunucularına kulak asma, sen beni istemelisin, ben ki öyle muhtacım sana, al senin olayım, yaşamı senin ışığında yeniden kavrayayım. Gerçeklerin senin istediğin yarısına bakayım, diğer yarısını özenle seçtiğin görüntülere kurban ederek gizlemekteki başarına hayran kalayım. Göster bana, neyi istersen, ama neye bakarsam bakayım senin görüş açından bakayım, zira düşünmeye gücüm yoktur, bırak da senin yaydığın ideolojilere yaslanayım.
Hadi gel Global Medya Amca, yetmez bana yerli sermayenin gücü, sen de katıl aramıza, ne de hoştur senin kültürel bombardımanının etkisinde yaşamak, gel aç ufkumu biraz, daraldım bizimkilerin dar kalıplarında. Gel de yeni boyutlar kazandır “haber” programlarımıza, ben senin emperyal ürünlerini huşu ile izlerim, şimdi uzaksın ya bana, çekinme gir içeri, yakından ve doğrudan değsin beynime ellerin!
Hadi yönlendir beni, uyuştur beynimi, korkarım amansız bir şekilde ilerlemekteyim aykırılığa,  ne olur durdur beni, istila et zihnimi, kurtar beni “başkaldırı” dürtümden, boğ beni karanlığında, sakın korkma “unutuluş ve gözden düşüş “ günü gelir de gerçek çıkar aydınlığa. Sen yeter ki kal benimle, izin ver tılsımından yararlanayım, sağaltıcı terapine kapılayım, hadi parçala eleştiri yetimi, senin arzularının peşinde itaatle uyumlanayım.
Hadi ikna et beni, ait kıl kendine, sorgulamayı unutup sana koşullanayım, korkmaktayım kendim olmaktan, giydirip üniformayı üstüme kat beni geneline, herkes gibi olarak korunayım, yeter ki kabul göreyim görmezden gelinsem de. Ama yoksun kılma beni, al beni de içine, bazen sokakta mikrofon tut bana, bazen stüdyonda konuk olayım, ama kalkışırsam tartışma ve karar sürecine gerçekten katılmağa sindir beni anında kukla “bilim adam”larınla. Dillendir beni hadi, ama izin ver de sadece senin sözcüklerinle konuşayım.
Hadi atalete at beni, suskun kalayım, seviyorum haberleri “sahneye koymanı”, eksik etme “canlı yayın” senaryolarını. İnsan dramlarını ne kadar çok “gösterdiğine” ama ne kadar da az “aktardığına” takılmayayım. Yeniden yarat beni, illüzyonik sanatsal değerlerinle popüler olayım, bana dönsün ışıklar, mekanik alkış sesleriyle kamaşayım, parlat beni ne olur reytinginin cilasıyla, hep boyalı kalayım. Hadi nesnesi yap beni yönlendirmelerinin, yüzeysel kıl, görünenin ötesine bakmayayım, hayatı sadece senin ürettiğin “çağrışımlar” düzeyinde algılayayım.
Hadi mutlu et beni dalayım hülyalara, bol spor bol eğlence ver bana tarifsiz hazlara kapılayım. Özgürleşme olanaklarımı gasp et, zihinsel tutsaklaşma olanaklarımı artır, hep sana inanayım.” Halka inmek” ve “halkla bütünleşmek” şiarını unutma, sal üstüme yozlaştırıcı müziklerini sarhoş olayım. Ne önemi olabilir gerçekte olanın, gösteridir aslolan, zaten gerçek dediğin sadece bir “sunum”  meselesi değil midir ki yani, hadi savaşı bir “havai fişek gösterisi” gibi sun bana, yüreğimi acımaktan kurtarayım. İğdiş et duyarlılığımı, akla uygun kıl beni, tatlı bir sevda halinde yaslayıp başımı göğsüne meşruiyetine destek olayım.
Hadi manipüle et beni Global Medya Amca, sil belleğimden senin yarattığın “yoksun ve yalnız insan” imgesini, sar beni alımlılığınla istediğin gibi olayım, yönlendirilmenin verdiği hazza dalıp sıradan ve itaatkar bir yaşantının o sersemleten global uğultusunda susayım, susayım, susayım.


12 Eylül 2014 Cuma

MEDYATİK FANTAZYALAR

Gözetlemenin Dayanılmaz Cazibesi

‘Olmaz ki, böyle de yapılmaz ki’ halleri…

Senden tarih önünde özür dileriz Cuma. Yani demem o ki, alnın açık başın dik olsun gayri sanal alemdeki bu son gelişmelerin ışığında, borcumuz var bir hastane koğuşunda  geçirdiğin o yıllara…
Yazık oldu sana be Cuma, yazık oldu karşı apartmandaki yengenin eteği sıyrılır da diz kapağı gözükür diye perdenin arkasında nöbet tuttuğun akşamlara. Yazık oldu yan komşunun yatak odasını gözetlicem diye deldiğin duvarlara. Yazık oldu balkondan karşı balkonda gün yapan kadınları dikizlediğin için röntgencilikten ikide bir psikiyatr servisine yatırılmalarına. Yazık oldu başını önüne eğip “Kendimi tutamıyorum, elimde olmadan gözetliyorum karıcığım” diyerek ağladığın, yalvardığın karına da.
 Cuma, artık “İçimde bana bunu yaptıran bir şey var” deyip deyip ağlama, bak gördün işte, hepimizin içinde aynı “şey”den var, lakin öyle zor değil artık yollar; bir internet kafeye gidip bir tuşa tıklıyorsun, twittera  giriyorsun,geliveriyor ekrana “mallar”… Artık öyle aslanın ağzında değil komşu yengenin diz kapakları; kameralı bir “cep” alıyorsun arkadaşının kredi kartıyla, on taksit peşin fiyatına. Sonra derin bir nefes çekiyorsun ve mahalledeki internet salonlarını şöyle bir turluyorsun ve “malzemeleri” cebe toparlıyorsun ve sonra da fantazya alemine dalıyorsun…
Korkma, yalnız değilsin Cuma, artık kitleler halinde röntgenliyoruz ve bizi perde aralıklarından, duvar deliklerinden ve netlik ayarından yoksun dürbünlerden kurtardığı için twitterın önünde huşu ile eğiliyoruz ve Cuma, seni bilmem amma biz bunun adını “gelişme” koyuyoruz ve “çağdaş insanın yeni özgürlükleri” deyip geçiyoruz. Hülasa Cuma, toplumca bilişim çağına dörtnala ilerliyoruz.
Cuma, artık ağlama, gerek yok ki yani suçluluk duymana, röntgencilik-teşhircilik yeni toplumsal halimiz adeta, hepimizin içinde aynı ‘şey’ peydahlandı, senin halin kitleleri bir virüs gibi sardı, yani Cuma, bu ‘hal’ artık olağanlaştı, üstelik öyle ayıbı mayıbı da kalmadı. Boş ver sen de gayri, sal kendini içindeki o ‘şey’in herkese bulaşmasının rahatlığına, takma kafanı bazı “eski kafalıların” kafasını taktığı sorulara, gereği yok dert etmenin… “Bu halleri kim salıyor pazara, kim aşılıyor bu virüsü ruhlarımıza” diye düşünmenin… Gel Cuma, gel gidelim, öyle tenhalarda menhalarda gizlenmeye ne hacet, alenen gözetleyelim, sen de bizim gibi dik tut kelleni, hep beraber bu ‘kitlesel cinnet’in sularında tatlı tatlı yüzelim.

Yazık oldu Cuma, yazık oldu suçluluk duygusuyla kıvrandığın yıllara, o ‘küçük’ hastalığını aştı bizim medeniyetimiz, “içimde bana bunu yaptıran bir şey var” diye suçluluktan ağlattığımız için seni, illaki senden özür dilemeliyiz. Ve de Cuma, hadi kalk, şimdi hep beraber birahaneye gidip twitterdaki o malum görüntüleri izlemeliyiz, yahut gizlemek için meraktan geberdiğimizi, “olmaz ki, böyle de yapılmaz ki” muhabbetlerine girmeliyiz...Lakin Cuma, sen bilirsin, söylesene, nereye varır acep bizim bu ‘malum’ hallerimiz!
MEDYATİK FANTAZYALAR

İmdat! Televizyon  Bana Bakıyor!

Oturdu karşıma, konumlarımızı uygun açıya ayarladı, heyecanlı, adeta avını kollayan kedi gibi gözleri parladı, az sonra pençesini zihnime atacak, birkaç hücre daha kapacak ve ruhuma akan kanlarımı şey’in Bodrum’un plajlarında güneşlenen son sevgilisinin bikinili görüntüsüyle paklayacak.
Ben gözlerim sarhoş içim bir mayhoş bu cam kutuya bakarken cam kutu da tüm hünerleriyle bana bakıyor, yat gezisinde “yakalanan” bir başka şey’in selülitleri amma da çoğalıyor, acaba en son ne zaman estetik opereyşin yaptırmıştı, komşunun o uğursuz kedisi miyavlıyor gene, zihnim bulanıyor bir türlü hatırlayamıyorum. Yahu ben niye o yatta, Boğaziçi’ndeki katta ve sereserpe o yatakta değilim, kafam takılıyor.
Vadideki kurtlar gibi delici delici bakan sunucu “az sonra” beni cevaplıyor, doğru valla, bana hiç para harcatmadan, son model ciplerle yapılan o yolculukların “azabını” yaşatmadan, tüm trendi bikinileri, su-lu havuzlu eğlenceleri ve de şey’le şey’in bir bar taburesinde öpüştüğü geceleri evime ayağıma getiriyor. Ah içim bir hoş oluyor, uzanıyorum çek-de-yat’ın üstüne, elbisemde bir dekolte oluşuyor, şükürlerdeyim, kalbime minnet duygusu doluyor.
Ne oluyor bana böyle, selülitlerim mi çıkmış ne, şöyle bir toparlanayım, dekoltemi kapatayım, büyük büyük adamların büyük büyük laflar tartışma programlarına sıçrayayım. Bikinili sevgiliyi plajda, kamerayı “görmeyerek” öpüşenleri barda, o hülyalı geceleri çek-de-yat’ta bırakayım, memleket meselelerine dalayım. Uzman konuşmacı bana parmak sallar iken, programcı “açıklamalarını” gözüme gözüme sokar iken ve karşı-konuşmacı sözü bağırtıyla kesip yumruğunu masaya mıhlar iken ben gözetlenmenin keyfiyle bu cam kutunun büyüsüne kapılayım.
Televizyon bana bakıyor, galiba ruhumu alıyor, işkillenmekteyim, sadece sıcak çarpışmaların yaşandığı cephelerde değil, sıcacık evimin fıstık yeşili koltuğunda da bir rehine miyim!Ve esir düştüğüm bu cephede de yavaş yavaş, usul usul, ince ince yok edilmekte miyim!


MEDYATİK FANTAZYALAR

İmdat! Televizyona Bakıyorum!

Oturdum karşısına, konumlarımızı uygun açıya ayarladım, heyecanlıyım, adeta nicedir görmediğim bir dostla yapacağım tatlı bir muhabbete hazırlanmaktayım, reklamların bitmesini sabırsızlıkla arzulamaktayım, az sonra o derin bakışlı, o yakışıklı, o “karizmatik” adamla baş başa olacağım.
 Başlayacak 121. bölüm, bozmayacağım o bakışların büyüsünü, sehpadaki kurabiyelere usulcacık uzanacak elim, zaten pek iştahım yok bu günlerde, geçen bölümden sonra doğrusu epeyce kederliyim. Yine ayrılık vardı, yakışıklı zengin konak sahibi aşık olduğu hizmetçi kızı yine yanlış anladı, kendisini parası için sevdiğini sandı, oysa kız onun kara kaşına kara gözüne hayrandı. Kızcağız eşyalarını toparlayıp-epi topu çiçekli bir entarisi vardı- bir ağacın arkasına saklanıp hüngür hüngür ağladı, o esnada bizim komşunun anlayışsız kaba kedisi aşk acımıza aldırmayıp miyavladı, görümcem Asiye –sevmiyor hizmetçiyi- bu son ayrılığa fazlaca bel bağladı. Söyledi kocam ona, dizilerdeki adamlar öyle çıkıp gelip Asiye’leri almazlar, onlar konaktaki hizmetçi kızlara aşık olurlar. Lakin görümcem Asiye hep umutlu, çiçekli bir entari dikti kendine, saçları iki örgü, aylardır bahçe kapısının önünde buğulu gözlerle bekleyip durdu. Dağ dağa kavuşmaz da insan insana kavuşurmuş, bu Asiye dün gece uykusunda böyle sayıklıyordu.
Hiç öyle derin derin bakmadı bana Hamza, Asiye’nin abisi, hiç öyle tutmadı bileğimden haşin haşin, hiç öyle bacağını kırıp önümde eğilerek öpmedi elimi, hiç öyle orkideler bırakmadı odamın kapısına, gitarcı da getirmedi penceremin altına. Neyleyim, konak sahibi varken bizim Hamza düştü benim bahtıma, gerçi Hamza’nın da kaşı kara gözü kara ama…ben hep başka şeyler görüyorum rüyalarımda…ah şu Asiye de olmasa, adam o muhteşem karizmasıyla konaktan çıkıp gelecek, bahçe kapısında Asiye’yi görecek, çiçekli entarisini beğenecek, onun için her gün kıvırdığım kirpiklerimle benim gözlerimin daha buğulu olduğunu bilmeyecek, of bu benim kara bahtım hiç mi gülmeyecek!
Suelın’ın kaderi de böyle değil miydi, kaç adam denedi amma zavallı kadının yüzü hiç gülmedi, aslında o Ceyar’ı yürekten sevdi, Babi gerçekten çok iyi biriydi, sahi o kısa boylu cilveli sarışın kızın adı neydi! Hanımağa neredeydi,  konağın asmaları ne renkti, karlar gerçekten kınalı mıydı, zerdalar delice sevdalı mıydı, kaynanamın ağladığı şeydeki şeyle şeyin aşkı mıydı, yoksa hepsi  “Bir Türkiye Masalı” mıydı!
Ne oluyor bana böyle, Asiye kim, Hamza nerde! Şöyle bir toparlanayım, çiçekli entarimi üzerimden çıkarayım, hüngür hüngür ağlayan hizmetçi kızı ağacın arkasında, buğulu gözleriyle Asiye’yi bahçe kapısında, Hamza’yı horultulu derin uykusunda bırakayım, haber kanallarına sıçrayayım. Sıcacık evimin salonunda fıstık yeşili koltuğumda bir “tiyatrosever” merakımla bu gün kim nerede bombalanmış kaç ölü kaç yaralı haberlerine dalayım. Konak sahibi hizmetçi kızı sever iken, hizmetçi kız gözyaşlarını siler iken, Asiye konak sahibini bekler iken ve komşunun şu duyarsız cani kedisi miyavlar iken ben bombardıman görüntüleriyle acılanayım.

Sonuçta her şey ama her şey “seyirlik” değil mi bu cam kutuda!      

26 Ağustos 2012 Pazar

Bir Vasiyet; Kore'li Cemal yahut Peder Bey!


Pederi defnettik dört gün önce…Kore’li Cemal’i…Kendi deyişiyle, “Şehit Öğretmen Babası, Kore Gazisi Cemal, ammaaa büyük harflerle ”…Evin tek erkek çocuğu olarak büyük ihtimamla ve sıkı bir dinî eğitimle büyütüldü. 17 yaşında gittiği Kore Savaşı’nda üç şeyi; komünizmi, kadınları, alkolü tanıdı. Deha ile, genetik kodlarının yanı sıra savaşta en yakın dostunun kucağında ölmesiyle tetiklenen “delilik” sınırlarında süren hayatı boyunca ilk ikisiyle arası bozuk, sonuncusuna sadakatle bağlı kaldı. Son yıllarında yazdığı tüm şiirleri anti-komünist temalar olmakla birlikte, eşitlikçi- demokratik tutumunu her alanda göstermeye devam etti. Otorite fikrine olan uzaklığı ve Batı kültürüne duyduğu hayranlık her anlamda ortalamanın oldukça uzağına düşen bir hayat sürmesine ve özellikle de ortalama bir aile reisi olamamasına yol açtı. Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da geriye dillerde dolaşan onlarca anekdot bıraktı.
Aşırı merhamet duygusu, muhabbete aşırı düşkünlüğü, çocuklara olan aşırı düşkünlüğü, alışverişe olan aşırı düşkünlüğü, aşırı unutkanlığı...her şeyi, her bir şeyi aşırı olan Alamancı Cemal; çok uzun yıllar kaldığı Almanya’da mükemmel Almancası, smokin ve fraktan oluşan gece kıyafetleri, muazzam dansı, “Kore’li Cemal, ayda bir doğar”  anekdotuyla  dillere düşen her ay verdiği doğum günü partileriyle tam bir Alman gibi yaşadı ve beş parasız döndü. Para ile hiçbir zaman akılcı bir ilişki kuramayışının dramatik sonuçları oldu ama hiç değişmedi. En yoksul zamanında satın aldığı oyuncakları arabasına doldurup çocuk parklarını dolaşıp dağıttı. Her konuda olduğu gibi vermek konusunda da aşırıydı. Sıra ölüme geldiğinde, görmek istediği son kişi de geldikten 1 saat sonra solunum yetmezliği başladığında ise aşırı “cimri” davrandı; belli belirsiz kelimeleriyle ve  işaretle “ölüyorum, bana bir çare bulun, 112’yi çağırın” diyebildi. Ve ama çare, çare edemedi…Olsun be Baba! Sıradışı bir hayatla sıradışı bir ölüm yakıştı sana be Kore’li Cemal! Yakışmayan, sana, bize, memlekete, insanlığa ve de muhakkak hayata ve ölüme  yakışmayan, yanıbaşında 18 yıldır yatan yüreğimin çeyreği 27 yaşındaki en küçük oğlun...
"Beni de yaz internete, dünya duysun gittiğimi ha!
İşte vasiyetini yerine getirdim; 'internette' sana dair üç beş kelâm ettim! Sıra sende Peder Bey! Şimdi uyan kalk, her zamanki gibi; çayı gene sen demle, oturalım karşılıklı balkonda ince belli özel bardaklarınla, sigara sarışımı hevesle izle, ben tüttüreyim sen dumanını üfle!

15 Temmuz 2012 Pazar

Entelektüel, Gazeteci, Muhalif, Sürgün...


Bu ‘yalan’ dünya ve ‘yalancı’ dünyada, siyasi ahlak toplumsal ikiyüzlülüğün üstüne oturmuş çatır çatır çatırdamaktadır ve zorba olan mazlum olanı hırpalamaktadır ve elbette mesele sahip olanlarla sahip olmayanlar arasındadır ve zorbanın kuyruğuna takılmışlar sallanır koltuklarında şimdilik keyif çatmaktadır… ve entelektüel ne yapmaktadır!
Entelektüel, boyun eğmeden, diz bükmeden, hayatın hep ‘itiraz’  hallerini sevmektedir. Ne sürüye uymaktadır, ne de tek başına değiştirme gücüne sahip olmadığını bildiği can yakan  toplumsal hale tanıklık etmekten kaçınmaktadır. Elbette dobradır, sözü gevelemeden çıkarandır ve unutturulmağa çalışılan tarihlerin ‘düzeltilmesine’ katkı sunandır.
Muhaliftir, isyankardır, tuzu kuru bir duyarsızlık ona uzaktır ve elbette ‘manevi rantların’ da  peşinde koşmamaktadır; sonu yalnızlık ve sürgün olsa da hakikati anlatmaktadır. Şimdi, şu anda, bedeni mahpusta, yüreği kuş kanadında uçmaktadır.
Entelektüel, mücadeleyi, bir  takım süslü sözcükleri bir takım ağdalı cümlelere dönüştürmekten ibaret sananları ayıltmaktadır; ‘bir takım değerlere’ sırtını yaslayarak, üç beş sloganı diline dolayarak, masalarda, meydanlarda, köşe yazılarında hem adalet naraları atıp hem de zulmedenin avukatlığına kalkışmayandır.
Hakikat karşısında,  kimliğini “Ceddin deden…”le* tanımlayanın keyfi kaçmaktadır ve “ced”*  yapmağa kalkışmaktadır. Ve mesele başka bir biçimde hortlatılmaktadır, çünkü esasında ‘hakikat’, ’ne yazık ki’ oldukça can sıkmaktadır ve sadece kulağı değil, ezberleri de tırmalamaktadır!
“Neslin baban…” ‘entelektüel’ sözcüğünü zaten hep olumsuz bir vurguyla kullanmaktadır, zira entelektüel, statükoya daima karşı durandır. Yazdığı ve söylediği, cümle alemin malumuysa da, o ‘malumu’ perdeleyen yaygın kabul görmüş anlatı kategorilerini kıran da odur ve her türlü iktidara ve zorbalığa karşı hakikati söyleyen de o. Ne koruması gereken bir “makamı” ne  resmi makamlarda “itibarı” ne hortumlu banka hesabı ve ne de taşeron firmaları vardır; o  ‘esas’tan mağrur, ‘usul’den mağdur ve ezelden ‘bir dilim ekmek, bir yırtık hırka’ kıvamındadır.
Entelektüel yazmaktadır, eylemektedir, konuşmaktadır; kişisel bir risk alarak kişisel sesiyle, özgün tınısıyla gerçekliğe işaret ederek ve onu deşerek ve derinde olanı yüzeye çekerek adaletin  değerine inananların temsilcisi olmaktadır. Ve elbette uzlaşmayandır ve elbette doğrulukta muvafıktır ve elbette karşı koyuş gücüne sahip çıkandır ve elbette temkinli ve sevimli olma kaygısı taşımayandır ve haliyle ‘yılgınların’ saldırısına maruz kalmaktadır.
Sorgulama gücü sonsuz, direniş bilinci evcilleştirilmeyecek olandır ve “kader”in kötülüğüne kör kalmayandır. Ne kitle dalkavukluğu, ne etnik çığırtkanlık, ne de iktidara bağlılık naraları önünü tıkayamayacaktır. Güçlü olandır; elbette, hakikati söylemenin gücü iktidara tapınmanın gücünden uzun ömürlü olacaktır. Eşitlik, adalet ve özgürlük gibi evrensel insani değerlere öyle parti kongrelerinde, örgüt toplantılarında sarf ettiği sözlerinde filan değil, yüreğinde yer verene ve hakikati zikredene bizzat tarihin kendisi sahip çıkacaktır.
Ve ‘ihanetin’ ayak sesleri hiç de çığırtkanın işaret ettiği o uzak yerlerden tıkırdamamaktadır; dikkat etmeli dostlar, uyanık olmalı, gerçek ihanetin ayak sesleri oldukça yakındadır.
Gene de gene de, umutvar olunmalı; elbette, bu gün de, bu ülkede de, bir onuncu köy vardır ve hane sayısı zannedilenden  oldukça  fazladır!

Hamiş: Bir dizi konferansıyla 'Entelektüelin kamusal görevi' hususunda ufkumu açan entelektüel eylem insanı Edward SAİD'i saygıyla selamlıyorum; başlık bu esinlenmeden oluşturuldu.

3 Temmuz 2012 Salı

MEDYA BİZE NE YAPAR! (II)


Medya ile ilgili bir çok tartışmanın en yararlılarından biri ‘kapitalist sistemde siyasetin, en önemli güç haline geldiği görülen medyaya eklemlenmesinin yarattığı etkilere’ ilişkindir. İlk yazıda vurgulanmağa çalışıldığı gibi iletişim, sosyo-ekonomik-kültürel bağlamı içinde tarafsız bir iş görüyor değildir.Kitle iletişim araçlarının mülkiyet yapısı, teknoloji politikaları ve bilginin ticarileşmesi gibi unsurlar konunun emperyalizmle bağını,bir başka deyişle emperyalizm-kapitalizm ideolojisinin medya metinleri üzerinden nasıl servis edilegeldiğini açımlar. Tam da bu nokta, aslında, özellikle sosyal medyadaki gelişmeler dikkatle izlenirse bu ‘servisin’ topyekün bir kapsamayı başaramadığına, çeşitli ölçeklerde bazı ‘direniş alanları’nın çoğalarak geliştiğine de işaret eder.
Kitle iletişim araçları, bir değer olarak aslında demokratik bir güç olan ‘bilgi’nin çoğu kez ticarî bir meta olarak yayılmasını sağlarken, küreselleşmeyle birlikte uluslararası tekelleşmenin yarattığı yeni merkezileşme kitlelerin düşünme, algılama ve kavrama tarzını belirleyerek bir tehdit ve ama tersinden bakıldığında da bir olanak olarak görülebilir. Kitle iletişim araçlarına da sahip uluslararası sermaye ve güç odaklarının, dünyayı tek bir mekan,dolayısıyla tek bir pazar haline getirme fikrini içeren küreselleşmenin, ’küreselleşme’ kavramının kendisini de aynı araçlar yoluyla günümüzde yaygın olarak referans alınan bir kavram haline getirdiği söylenebilir.
‘Küreselleşmiş’ dünyada kitle iletişim araçlarının, kültürel değerler, ideoloji ve davranış kalıpları taşıma rolü aslında basit olarak zenginliğin ve iktidarın meşrulaştırılması rolüdür; kitle iletişim araçları, ‘sahipleri’ ve ‘kontrol altında tutuldukları’ güçlerin çıkar ve beklentilerine –her zaman planlı ve açık olmayıp ‘kendiliğinden’ olarak- hiç değilse kendi varlıklarını sürdürebilme adına hizmet etmekle yükümlü kılınmaktadır. Özetleyerek ifade edilebilir ki iletişim,-metin ve söz- olmaksızın iktidarın toplum nezdinde  meşrulaştırılması mümkün gözükmemektedir.
Bu halde, günümüzde, siyasal alanı da anlayıp dönüştürebilmenin yollarından biri kitle iletişim araçlarının yapısını ve işleyişini anlayabilmekten geçer. Bu noktada ayrıca üzerinde durulması gereken, kitle iletişim araçlarındaki tekelleşme olgusunun sadece belirli bir ülkeye ait olmayıp, tekelleşmiş çok uluslu medya sermayesi niteliğinde oluşudur. Bunun en büyük sonuçlarından biri, kamu yayıncılığı anlayışını zayıflatıp kitle iletişimini, medya sermayesinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde örgütlenmiş ekonomik düzenini sürdürmesi için kitleleri bu düzenin ideolojik yapısı ve tüm değer içeriklerini kabullenmeye ikna edecek bir alan haline getirmesidir
Sonuç olarak, kitle iletişim araçları ve bize ne yaptıkları konusu, teknolojik aşamaları anlamayı ve bu araçların tarifini yapmayı aşan, kitle iletişim sürecini ekonomik, siyasal, toplumsal bağlamından koparmadan kavrayabilmek ve medya alanındaki demokrasi tartışmalarını doğru bir bağlama oturtabilmek için  iletişim alanının en önemli boyutlarından biridir. Bu yazı dizisine de başlık oluşturan medyanın bize ne yaptığı sorgulaması, bir başka deyişle kitle iletişim ürünlerinin manipüle edici etkisi, ancak bu boyutun  atlanmaması halinde açıklayıcı ve elverişli bulgular sağlayabilir.
Bulguların elverişliliği, başlangıçta, medyanın gücünün; insanların düşünce, kanaat, davranış tavır ve dolayısıyla tutumlarını etkilemede gördüğü işlevlerin doğru teşhisiyle ve ardından alternatif bir medya anlayışının kitlelerle buluşmasının yollarının aranmasıyla mümkün kılınır. Medya  ürünlerini, medya  araçlarına egemen olanların-sahiplik ve denetleyen olma anlamında- kendi sınıfsal çıkarlarını meşrulaştırmanın ve sürdürmenin bir yolu olarak  tariflemekle başlayan bir yaklaşım, halen ve doğrulukla medyanın kültür ve ideoloji üzerinden tüm toplumu etkilediğini kabul ederek ‘medya-iletişim-iktidar ilişkisini’ kaba ve indirgemeci bir yaklaşımdan kurtarmalı ve  özellikle sosyal medya alanındaki yeni gelişmeleri de portföyüne alıp yeniden tariflemelidir; toplumun yeniden üretilmesinde kitle iletişim araçlarının oynadığı rol ve mülkiyet yapısı ile medya ürünlerinin kültürel içeriği arasındaki bağlantı çevresine bir de ‘sosyal medya’ eklenmelidir. Belki de, kitle iletişimini açıklamağa yönelik iki yaklaşımdan  Marksizmin, kitle iletişim araçlarının ‘eşitsiz toplumsal ilişkilerin sürmesi yolunda ideolojik imgelerin ve temsillerinin biçimlenmesine destek olduğu’ iddiası  kitle iletişimi için saklı tutulabilecekken, liberalizmin, ‘ifade özgürlüğünün korunmasında kitle iletişim araçlarının vazgeçilmez bir rolü olduğu’ iddiasının sosyal medya için ileri sürülebilir bir nitelik kazandığı düşünülebilir. Bu satırların yazarı, medyanın bize ne yaptığı sorgusunun, medya etkilerinin gücünü ve türünü tayin eden toplumsal-tarihsel şartlardan koparmadan  kapsamlı bir toplumsal bağlam içine oturtulması gereğine inanır; böylelikle medyanın, sadece,sınıfsal eşitsizlikleri koruyacak şekilde hareket etmeyip aynı zamanda bu eşitsizliklerin çoğaltılıp güçlendirilmesinde de etkili olduğunu kabul eder. Toplumda sadece maddi kaynaklar değil ve aynı zamanda iletişim araçları üzerinden ‘bilgi’ de eşitsiz bir biçimde dağılmaktadır; sosyal medya bu eşitsizliğin önemli  oranda değiştirilebileceği çıkış yollarından birisi gibi değerlendirilmelidir. Dünya eğer, medya üzerinden anlatılan hikayelerle algılanıyorsa, bir başka deyişle gerçek, medya tarafından yeniden kurgulanarak gerçek oluyorsa bu handikaptan çıkmamız ve özgürlükçü alanlar oluşturabilmemiz için hepimizin, kendi özgün hikayemizi yaratmağa ve ana akım medyadan ve sermayeden bağımsız araçlarla anlatmağa ihtiyacımız var.



MEDYA BİZE NE YAPAR! (I)


İnsanın kendini ve toplumu var etmesi çabasında ‘iletişim’, en temel etkinlik olarak gözükmektedir ve yaklaşık 35 bin yıl önce konuşmaya başladığımız tahmin edilirse, bir o kadar yıldır iletişim faaliyetinde bulunuyoruz demektir.

Bütün canlılar gibi insan da varlığını doğa ile etkileşim içinde sürdürmekte ancak  diğer canlılardan farklı olarak bu etkileşiminde araya ‘kültürü’ koymaktadır. Bu etkileşim içinde, insanın kendini var etme ve yeniden var etme ihtiyacı, insandan insana bir ‘ilişkiyi’ doğurur, ilişki ise ‘iletişimi’; yani bir yapıdan diğer bir yapıya bir mesajın iletilmesini ve bir cevap alınmasını zorunlu kılar. Bu yazı dizisi, özellikle sosyal medya ağlarının yaygınlaşmasıyla farklı bir boyut kazandığı gözlenen bireysel iletişimi, önemini kabullenmekle birlikte dışarda tutarak iletişimin kitlesel boyutunu irdelemeyi amaçlamaktadır.İletişim araçlarının, özellikle televizyonun, dünyayı milli sınırlar kavramından uzaklaştırıp ‘küçülttüğünden’ bu yana, artık çok geniş kitlelere yönelen, kitlelerin düşünce, davranış ve tutumlarını etkileyen boyutuyla iletişim, birçok sorunun cevabının arandığı bir alan haline gelmiştir.Bu arayışta, medya etkilerinin ne olduğu ve nasıl oluştuğu, kitle iletişim araçlarının toplumu hangi ölçüde, nasıl ve ne yaparak etkilediği, bir başka deyişle medyanın kamuoyu yaratmadaki gücü başat bir konumdadır.

Konunun önemi şuradadır; medyanın kamuoyu yaratmadaki gücü aynı zamanda bir demokrasi ve özgürlük tartışmasına eşlik eder; medya tek yönlü sayılabilecek bir ilişki biçimiyle kitleleri etkilemede iddia edilen düzeyde bir güce sahipse, toplum ‘medya gücüne’ sahip olan ‘güç odaklarının’ istek ve çıkarlarına göre şekilleniyor demektir. Bu tablo, çağdaş toplumun özgür, demokratik bireylerden oluştuğu kabulünde ve hızla değişen teknolojilerin eşlik ettiği ‘gelecek tasarımında’ hasar yaratır. Bu nokta, alternatif medya arayışlarına; kendini büyük sermaye ve siyasal güç odaklarının dışında, bir ölçüde özerk ve bağımsız bir yapıda tutabilme ihtimali taşıyan yerel medya ve baş döndürücü bir hızla kendi özgün alanını yaratan sosyal medyaya ayrı bir önem kazandırır.
Unutulmamalıdır ki medyanın kamuoyunun oluşumuna etkisi, geleneksel yaygın medya düzeyinde olduğu gibi yerel ve sosyal medya düzeyinde de, ‘medyanın demokrasiye katkısı’ tartışmasına içerir; bu tartışmanın önemli bir boyutunu ise ‘yaygın medyanın tekelleşmiş ve bir örnekleşmiş yapısı’ karşısında yerel ve sosyal medyanın oluşturabileceği alternatifler ve sunabileceği olanaklar bakımından giderek önem kazanması oluşturur.
Sözü edilen tartışmanın bir başka boyutu ,kitle iletişimi, kitle iletişim araçları ve iletişim sürecine dair her olay ve olgunun sosyal, siyasal ve ekonomik bir boşlukta var olmadıkları, olamayacakları düşünüldüğünde, iletişim araçlarının egemenliğinin, kontrol ve denetiminin kimlerin elinde olduğu temeline oturtulmalıdır.
Tarihsel süreç , teknolojik ve ekonomik gelişmelere göre şekillenen kitle iletişim araçlarının her yeni teknoloji üretimiyle içerik olarak da değiştiğini göstermektedir; elle basılan bir gazetenin içerik yapısıyla internet üzerinden yayımlanan bir gazetenin içerik yapıları birbirlerinden hayli uzaktır. Buradan hareketle, kitle iletişim araçlarının üretim ve mülkiyet yapılarına, bir başka deyişle kitle iletişimini, kitle iletişim araçlarının ve içeriklerinin üretimini biçimlendiren teknolojik ve ekonomik belirleyicilerine bakmaksızın incelemek eksik bir bakış açısını ifade eder. Ne var ki, aynı zamanda, kitle iletişimini, araçların üretiminin ekonomik ve teknolojik temeline indirgeyen bir bakış açısı da eksik addedilmelidir. Bu boyutu, iletişim sürecine, bu araçlara kimin nasıl sahip olabildikleri, iletişim ürünlerinin hangi sosyal, siyasal ve ekonomik bağlamda üretildikleri sorularını da tartışarak bakmayı zorunlu kılar. İletişimin kitlesel bir boyut kazanması ve kitle iletişim araç ve gereçlerinin üretilip geliştirilmesi tesadüfi değilse bu araçlara egemen olma ve denetim altında tutma, tekelleşme gibi nitelikleri de tesadüfi değildir.
Bu bağlamda, sosyal medyanın kitleleri harekete geçirecek denli etkili kullanımının artmasıyla ve ülkemizde, özellikle uluslararası sermayenin medya alanına girmesiyle kitle iletişiminin tekelleşmiş ulusal yapısının giderek değişim göstereceğini ve kitle iletişiminin kurumsal yapılarının ve içeriklerinin yeni şekiller alabileceğini öngörmek mümkün görünmektedir. Bu değişim, bir çok gerekçeyle, sosyal medyanın sözü edilen gücüne ve bu gücün medyanın geleneksel temel işlevlerinden biri olan kamuoyunun serbestçe oluşmasını sağlaması yoluyla demokratik ifade özgürlüğüne katkıda bulunması bağlamında önemsenmelidir.


7 Mayıs 2012 Pazartesi

çocukluğun ıssız sofraları


Büyümeden önceki zamanlar, ağlamak için sebebin çok olduğu, bahanelerin gerçek sebebi kolayca örttüğü zamanlar…İpim kayboldu anne, elime diken battı anne, Hanife beştaş oynatmıyor anne, ısırganlara düştüm çok kaşınıyor anne, okula gitmek istiyorum anne, yatağımızın otlarını değiştirelim sırtıma batıyor uyuyamıyorum anne, yok aç değilim anne sadece karnım ağrıyor biraz…Hapsetmek kolay değil hıçkırığı, çıkıveriyor işte…Ve sesin geliyor odanın köşesinden, karanlığı yarıp yüreğime değiyor; “Ağlama kızım, yarın kugüda pişireceğim size”. Ve rüyalarıma sade suyun içinde birbirlerine uzak tane tane dolaşan kugüdalar giriyor ve Ağustos otlarından yapılmış yamalı şilte sırtıma daha az batıyor ve beştaşı kendi kendime oynayabiliyorum ve elbisemin eteğini yırtıp kendime yeni bir atlama ipi yapıyorum ve ısırganlara değen bacaklarımı kaşımağa kuvvet bulabiliyorum ve elimdeki dikenle barışık yaşıyorum ve siyah önlük sanki duvara asılıveriyor ve karnımın ağrısı giderek azalıyor ve sesin benimle birlikte sabahlıyor…”Ağlama kızım, yarın kugüda pişireceğim size”.
Defaten gittim ve mütemadiyen gitmekteydim, ıssızlığı  koyup koyup heybeme gelmeyen akşamların kugüdalarını terk etmekteydim.
Seni en çok…
Seni en çok anne, zaman daraldığında sevdim, hayat ileriye çağırırken zihnim geriye aktığında, yeni ‘şeyleri’ sevecek derman kalmadığında, yani anne, canım çok yandığında,  kana bulanıp pıhtılandığımda. “Nasıl geçti bu yıllar, bu muydu hepsi” akşamları yaklaştığında. Yani anne, “Amma çabuk yoruldum, neden böyle duruldum” akşamları. O akşamlar ki, “Çabucak büyücem, yüncüyle evlencem, sıcacık sıcacık kazaklarım olcak” diye ağladığım akşamlar gibidirler; “Ama o yünleri örmek lazım kazak yapmak için” dediğinde fındık ışkınlarından orakla örgü şişi yaptığım akşamlar gibi…Hanife’nin  saç örgülü mavi kazağını okşadığımı sandığım akşamlar gibi…Şeker çuvalından gizli gizli kendime pantolon diktiğim akşamlar gibi…7 numaralı gaz lambasının kısık ışığında, tahta duvarlarımıza böcekler gelmesin diye nenemin yapıştırdığı eski gazeteleri okuyamadığım için yorganın altında ağladığım akşamlar gibi… Kağıdın arkasında, tahtanın aralığında, gazete kağıtlarını yapıştıran ekmek hamurunu kemiren farelerin dişimi de kemirmemesi için ağzımı elimle sıkıca kapayıp uykunun korkuyu yenmesini beklediğim akşamlar gibidirler…Ve de anne, gene de…gene de… ‘umut akşamları’ gibidirler; “Az kaldı, yarın olacak, annem bize kugüda yapacak!”

Lakin anne, bir fark vardı, bir ‘ayrıntı’; geçmiş zaman akşamlarının bu tesellisi gelecek zamanlara varamadı, çocukluk akşamlarının hıçkırığını küçülten o sihirli cümlecik gurbet akşamlarını okşayamadı, ah anne, yarınki kugüdaların hayalinin sıcaklığı yüreğimi ısıtamadı, yüreğim o hayalin sıcaklığına dönük ve ama hayatın soğukluğuyla yaşadı. Körpe gözlerim ,yedi tepenin üzerinde, dünyanın kalbinin orta yerinde, kugüdanın hayalinden bile  büyük o şehirde nice kugüdasız  sofralara bakakaldı.
Oysa…
Anmağa değer bir tek ‘o’ vardı, bir tek ‘o’; yakamdan düşmeyen …

Yapamadım , “gerekli” izlenimi bırakmak için “gerekli” hal ve hareketleri “gerekli” zamana yayamadım, “doğru” tavrı göstermek için “doğru” durumları kollayamadım. Başaramadı anne, hiç öğrenemedi bu yürek, lazım oldu amma hiç kıvıramadı, aslım hayatın aslıyla yüz yüze kaldı! Boğuştuk, boğuştuk, boğuştuk…cesaretle…bitmedi kavgam! Büyüdüm anne, lakin ağlıyorum gene bak, nerde benim kugüdam!
Ve şimdi…
Sebebim olsa sıla dönsem o mahzun eve kugüdalar hortlasa korksam nefes almaktan gebersem ağlamaktan seslensem anneme alsa beni içine…
Ve ama defaten gittim!
Ve ama mütemadiyen gitmekteyim!
Ve evet…anmağa değer bir tek o vardı, bir tek o kaldı…
Ki,
boğazımda
çocukluğun ıssız sofraları
ve şimdi
ve mazide
ve daima
ve aslında;
sılasızlığın cehennem çığlıkları!


6 Mayıs 2012 Pazar

Başkanım, Mîrim, Üstadım, Pîrim!


Bu yazıdaki olaylar kurgu, şahıslar hayal ürünü, hikayeler palavradan, eleştiriler havadan sudandır ve de söz meclisin dışınadır. Eh, yalandan ve ikiyüzlülükten   bendeniz de ölmez herhalde, her halde…
Abiler!  Ablalar!
Dünyayı  kapsamlı ve güçlü biçimde anlamağa çalışmadan, donanım edinmeden, derinliğe inmeden, kavrayışınızı zenginleştirmeden ortalığa fırlıyor, üzerinde değil hiçbir birikime, hiç değilse açık ve güçlü izlenimlere bile sahip olmadığınız alanlarda arz-ı endam eyliyorsunuz; sözüm ona sanat yapıyorsunuz, siyaset yapıyorsunuz, televizyonculuk, gazetecilik, dernekçilik, particilik, başkancılık, oculuk, buculuk yapıyorsunuz. Cırcır böceğine inat  habire konuşuyorsunuz.; sohbet etmiyorsunuz, sohbeti bahane edip kendinizi tanıtıp övüyorsunuz ve sizi dinleme sabrını gösteren o ‘zavallı sıradan mahluklara’ ‘şeföğretmen’ edasıyla talimatlar veriyorsunuz…
Size biraz ‘hayret edebilme yetisi’ lazım, zira hayret etmeyi başarabilirseniz bilmediğinizi fark edebilirsiniz, bilmediğinizi merak edebilir ve en nihayetinde başkalarını da görmeyi becerebilirsiniz. ‘En büyük benim, bu benim’ demeye getirdiğinizde kimse masada zıp zıp zıplayıp itiraz naraları atmıyor diye ‘en büyük ’ filan olmuyorsunuz  ha! İnsana, terbiyesini koruyarak  sanatın, hayatın ve bu arada sizin de yapıp ettiklerinizin sorgulamasını bağırmadan çağırmadan incelikle yapma olanağı bırakmayan bu faşizan tavır hakikaten bir kahır yani…Ne oluyorsunuz her cins ve türden efendiler! Herkes, bir biçimde, kadrinin kıymetinin bilinmeden yok olup gideceği endişesiyle yaşıyor, bu endişelenme hakkı sadece ne yapıp edip kendini öne çıkarmayı becerenlere bahşedilmiş değildir, bilesiniz.Ayrıca beyhude çabalıyorsunuz; uzun boylu geçinmek için birilerine cüce demekle metreyi  yanıltamazsınız.
'Egosu güçlü' olmak, hayatın içinde etkin bir biçimde yer almak anlamına gelen, sağlıklı insanın temel niteliklerinden birisidir ama megalomani ve egosantrizm tedavilik bir vaziyettir…Bugüne dek yapıp ettiklerine dayanarak kendine güvenmek  başka, kendini büyük görmek için başkalarını küçültmeye kalkışmak başka…Egonuzu okşayacak şekilde sizi pohpohlayana iltifat, geri kalanlara sıra dayağı…Benlik değerini, çok sayıda insan tarafından bilinmek, beğenilmek üzerine kurmuş,  özgüveni yüksekmiş gibi dolaşan insanlar esasta ciddi bir özgüven sorununu barındırırlar; aslında ne denli tedirgin ve  güvensiz olduğunuzu gizlemeye çalışan o aldırmaz tavrınız,  bunun etrafınızdaki insanlar tarafından çakılmıyor olduğu zannından başka bir şey değil, oysa sandığınız kadar çakılmıyor da değil hani… Acınası, gülünç, trajik…
 Hayat size biraz tevazu bahşetsin diyeyim, ne diyeyim, zira megalomani denen zehrin panzehiri ancak bu olur! Siyasi arenada, sivil toplum örgütlerinde, sosyal medyada ‘ileri gelensiniz’; dernek başkanısınız, parti başkanısınız, sosyal medya fenomeni filansınız, osunuz, busunuz. En büyük icraatınız tweet atmak, Facebook'da link paylaşmak,‘lüzumu halinde’ basın açıklaması yapmak ki o metinlerde, o kürsülerde, eşitlik, adalet, özgürlük, dayanışma laflarını ederken gözleriniz yaşarıyor, bir ‘coşku hali’ sarıyor sizi, bir acayip inanıyorsunuz beraberliğe, ortaklaşmaya filan. Oysa dağlardan mı şehirlerden mi, işçi sınıfı mı köylü sınıfı mı deyip deyip dövüşerek ve bölünerek ülkenin tarihinin ve potansiyelinin  yarısını heba etmişliğiniz vakidir. Şimdilerde de  biz zavallı kitlelerin anlayamayacağı kabilden ‘yüce yüce değerler’ uğruna bölünüp duruyorsunuz, biyolojinin hücreleri çatlıyor hasetinden…Eşitlik diyorsunuz; hayatınızın günlük alanında kendi karınıza bile bu hakkı lütfetmiyorsunuz! Adalet diyorsunuz; komşunuza, bakkalınıza, arkadaşınıza adil değilsiniz. Ezilenler diyorsunuz, zulüm diyorsunuz; iş hayatınızda ezenden zulmedenden yana tavır alıyorsunuz ve ama hepsini de minareyi çalandan daha şahane kılıflıyorsunuz. Senin geleneğinden gelene tam not, geri kalan ‘makbul olmayan solculara’ sıfır! Elbette herkese tam not vermekle yahut herkese sıfır vermekle adil olunmaz lakin pek ala biliyorsunuz ki siz başka bir halt ediyorsunuz; şefsiniz, sizin gibi yapmayanı güçsüzleştirip hükümsüz kılmak için marjinalleştirip yalnızlaştırıyorsunuz. Ha olur da korkmazsa yılmazsa geri adım atmazsa, icabında yani mirim, ‘merkeze çekip’  tek ayak üzerinde bekletmeye kalkıyorsunuz!
Hayat size vicdan, yaşama namusu  ve “halk mahkemesi” bahşetsin diyeyim, ne diyeyim; zira  ikiyüzlülük denen bu zehrin de panzehiri güya kazanmağa çalıştığınız ama içten içe küçümseyip şamarladığınız halkın gücü olur!
Doğallıkta, içtenlikte, dürüstlükte, tevazuda eşitlenemiyorsak…madem öyle… o zaman herkes gereğini yapsın, ikiyüzlülükte ve megalomanide eşitlenelim! Böylesi hiç değilse daha adil!
Büyüksünüz!
Abiler!
Ablalar!
Sizi ancak içten bir özeleştir aklar!
Yahut, hepimizi, bu memlekette, harbi bir isyan paklar!

24 Nisan 2012 Salı

Reng-i nâr

Tut ki!
Tut ki veremli bir fahişeyim İskenderiye'de
Yatağım reng-i nâr
Gene de sevecek misin beni!
Göremezler  izlerimi
Açsalar da heryerimi
Veremli bir fahişeyim İskenderiye'de
Her yanım kanar
Kulağımda bir doğum sancısı çınlar
Tenim kupkuru
Yastığımda salyalar
Yüreğim dermansız
Herşey mümkün
Bir tek ölüm imkânsız!

16 Nisan 2012 Pazartesi

Çek Git Memnune Teyze!

Dün akşam yürüyüşte çöplerden teneke toplayan bir kadına rastladım, Memnune Teyze, oturduk  uzun uzun söyleştik bir karton üzerinde, elbet kaçmadı tadım. Yirmi yaşındaki kızından söz edince bir ara biraz daldım, keder değildi ama, kızmadım bile bu duruma, hatta epeyce rahatladım. Makineme davrandım birkaç iyi poz aldım, bir renkli sayfa haberi yaptım, şık oldu, güzel oldu, doğrusu kendimle çok gururlandım.
Ah Memnune Teyze, benim geldiğim yerlerde bu görüntü öylesine alelade. Korkma, basmam fotoğrafını, hem zaten bir akşamüstü lodos yürüyüşümüzün keyfini kaçırmaz çöpten teneke toplayan bir annenin utancı, sen utan gizlice. Bir anlığına duraklatsa da bizi çöpe eğilmiş yüzün, bir anlığına, sarmaz bizi ne keder ne hüzün,  geçer gideriz. Bozmaz bizi bu ‘durum’, biz hayatımızın seyrine devam ederiz, aynı şehirde. Aynı caddeleri paylaşırız seninle, senin payına kenarlardaki çöpler, bizimkine mis kokulu bahçeler…Kızmayasın sakın, şimdi, yani, neylesin bu çaresiz “kader”!
Bazen bir dost sohbetinde bahsin geçerse belki biraz mahzunlaşırız bir an, lakin işlemez içimize, sen sakın üzülme, rahatsızlık vermezsin bize. Biz son seyahatimizin izlenimlerini anlatır, son 'hazlarımızı' birbirimize aktarır, 'farklı deneyimlerimizin' tatminiyle koltuğumuza yaslanırız. Elimizde İtalyan kahvesi, cebimizde çek karnesi, hani biraz… böyle… memnuniyetsiz, dünyanın ahvaline saldırırız; paranın değeri düştü, döviz kurları altüst, tüketim kamçılanmıyor yeterince! Yani Memnune Teyze, durumlar iyi değil, sıkıntıdayız biz de!
Lakin yine de…
Çek git Memnune Teyze! Çek git hayatımızdan girme görüntümüze! Biz senden farklıyız, zira başka türlü yaşamaktayız. Biz bakarken birbirimize hep bir kameranın varlığını hesaplamaktayız, nefretlerimizi kusarken bile o çok satan romanların kelimelerini kullanmaktayız, aşklarımız Twitter profilimizdeki "rumuz bilmem ne" kıvamındadır, aşk zaten bize ancak, bir "tık" uzaklığındadır! Memnune Teyze, işte bu görüntüde, yoksulluk bizim için biraz nostaljik bir tablo tadındadır.
Çek git Memnune Teyze, halel gelmesin güzelliğimize. Seninle ayrı dünyalardayız, biz her saat başı burnumuzu pudralamaktayız ve ellerimiz takma tırnaklarımızla zarifçe uzanır çatal bıçağımıza ve biz başka türlü uzanırız yatağımıza.
 Memnune Teyze, sen usulca huzurumuzdan çekilmelisin, görüntün görüntümüze girmesin, çek git, uzanmasın masamıza her akşam çöpe uzanan elin, dokunmasa da yüreğimize, görüntüyü bozuyor senin bu halin!
Kızmayasın sakın bize! İşte hal böyle…Hadi sana güle güle…Utanıp ta seninle çöp toplamaya gelmeyen  yirmi yaşındaki kızına bizlerden selam söyle; bir renkli sayfa haberi, hepsi bu!


13 Nisan 2012 Cuma

Savulun! En Hızlı Gasteci Ben Olacam!

Hayalimdir, durdurana aşk olsun e mi!

Elimde dicital makinem belimde kalem en baba gasteci olduğumu herkeslere gösterecem.
Ben fırlıcam mitinglerde kitlenin en önüne, en net görüntüleri ben çekecem, en en netlerini de ben verecem  resmi görevliye, görevimi tamamlamış gasteci olarak huzurla dönecem gasteme.
Gerek yok bir toplantıyı sonuna dek dinlemeye, usulden çağrılmışım usulden teşrif etmişim, yemeğimi yemişim, usulden iki poz çekecek,  başka habere koşacam diyerek varsa bir metin ele geçirecek oturup masamın başında haberimi yazacam. Anlamağa kavramağa ne hacet efendim, ne lüzum eder bilgileri doğru almak yahut içeriklere kafayı takmak!
Gasteme reklam veren firmanın mağaza açılışına acar muhabir olarak buyuracam, firma pazarlamacısının nadide sözlerini titizlikle aktaracam, ürünleri bir bir tanıtacam, haberimde firmanın güzel ülkeme mütena yararlarını anlatacam, hulasa bu danışıklı senaryoyu asrın haberi diye yutturacam.
En harbi ropörtajları ben yapacam, gastemdeki yetkili bana soruları hazırlayacak, ben kafa yormıcam, ropörtajı veren “tanıdıksa“ gerçeği ortaya çıkaracak soruları zaten sormıcam. Ne kendimi, ne patronu, ne de halkımı yormıcam.
"Yazılı" basının "görselleşmesi" işime geldi zaten, gözden düşen 'yazı'yı hiç takmıcam, dili doğru kullanmağa zahmet buyurmıcam, kullandığım kavramların manasını kavramıcam, kendimi geliştirmeğe hiç çabalamıcam.
En manşet gasteci ben olacam, 'ortak kalıp' sözcüklerle spotlar yazacam, özgün olma kaygısını çöp kutuma fırlatıp genel düzeysizleşmenin üstüne yatıp en basma kalıp başlıkları ben atıp haberimi 'gürültüye' boğacam.
Başaracam; darbelerin, iktidarların adamı olacam, öksürseler haberini yapacam, bültenlerini kapıp, demeçlerini parlatıp, "abi sen şöyle diyorsun yani" lerimle kaynağımın cümlelerini cilalayıp uygun hizaya sokacam. Okura haberimin nedensellik boyutunu sunmayarak eleştirel boyutunu da boğacam, haberimi bilgilendirici olmaktan çıkarıp kışkırtıcı kılacam, böylece ben hiç habersiz kalmıcam.
Haber dili diye bir sorunum yok, haberin sunumunda sorumluluğum zaten yok, deklanşöre gerçeğe tanıklık etmek için değil, gerçeğin gerçek yanını gizlemek için basacam; iktidarı sarı çiçekleri koklarken, minik bebekleri okşarken çerçeveleyip ben de hedef kitlemi okşıcam, öyle kadrajlayacam ki çekimlerimi gastede manşete hep ben çıkacam.
Haberimi doğru kaynaktan doğru biçimde alıp almadığımı hiç mühim bulmıcam, tekzip gelirse arka sayfaların en görünmez yerlerinde yayınlıcam, saptırsam da olayları çarpıcı kılacam. Gündemi takip etmek yakışır mı şanıma, 'var' mış gibi gösterip, "bir kaynak"a atfedip, manşetimi süsleyip ben gündem yaratacam, sonra köşeme çekilip kim peşime takılmış diye seyre dalacam.
Efendim böylece, 'memuriyetimi' güzel güzel yapıp, basın kartımı en görünen yerime takıp, en "seçkin" toplantıların yemeklerini tadıp, en 'iktidar' sahipleriyle kol kola turlar atıp ülkemin en hızlı gastecisi olacam.
Var mı beni geçecek, e hadi beri gelsin!
Hanımefendiler beyefendiler!
Çok hoşsunuz çoook!

10 Nisan 2012 Salı

Ah Ne Kadar Mağrur ve Mesudum! Artist Olmak İçin Yarışmaya Başvurdum!

Oturdum çek-de-yat’ımın üstüne tek tek inceliyorum, evraklarım tamam, fotoğraflarım da; bir boy mayolu, bir vesikalık, bir boy gece elbiseli. Ve tam üç buçuk saat oldu ön eleme jürisinden cevap geleli. Ah ne kadar mağrurum!
Mesudum, bu sefalet gecelerden ve felaket gelecekten artık kurtuluyorum, bavulum hazır gece yarısı pencereden atlayıp yola çıkıyorum. Sen basma perde, sen dokuma kilim, sen haroşa paspas, sen gıcırdayan tahta kapı ve üstüne bahtsız yılların lekesi düşmüş banyo taşı, özle beni kederinle, bundan sonra ara da bul! Bekle beni şehvetinle, geliyorum İstanbul!
Çok yakında senin o fantastik dünyana gireceğim, seninle büyüleneceğim ve seni büyüleyeceğim.”Mürebbiye’nin Aşkı” dizisinde artık ben boy göstereceğim, öyle nazlı süzüleceğim ki seyredenler tüm ihtiraslarını benim bedenimde hissedecekler. Nice nice kadınlar kıskançlıktan delirecekler, nice yakışıklı erkekler beni hayal ederek yeşerecekler. Ama ben bekleyeceğim, bütün iffetimle ve faziletimle bekleyeceğim, haşa günaha girmeyeceğim, bedenimi asla kirletmeyeceğim, tüm ihtiraslarımı bir gün kulisimin kapısını çalan fakir ama gururlu o piyanist gence vereceğim.
Alkışlar…Sahneye çıkıyorum…Alkışlar…Dinmeyen alkışlar…Üzerime orkideler yağıyor, bir nefeslik yakınıma gelmek için korumamla boğuşan gençlerden biri bayılıyor.Eller görüyorum, yalvaran yakaran eller, küçük bir dokunuş için ölesiye çırpınan… Ah ne kadar mesudum, ah ne harikulade bir an!
Ne oluyor bana böyle! Neden spotlar sönüyor, kıpırdayamıyorum, bacaklarımdaki bu sancı da ne! Babam da beni izlemeye mi gelmiş, ama neden yumruklarını sıkıyor! Abim neden dikiliyor tepemde, neden dişleri gıcırdıyor! Ne kadar çok yatak var etrafımda, hepsi de beyaz çarşaflı, fakir ama gururlu piyanistim nerede kaldı! Nerede alkışlar, nerede gözlerimi kamaştıran ışıklar, neden “bir daha bir dahaaaa” seslerine “doktor acil hastaaaa” sesleri karışıyor! Bu beyaz önlüklü kız mürebbiye mi! Bu korku dolu hıçkırıklar yoksa annemin mi! Neden aklımda sadece pencere pervazına takılan bavulum kalıyor, neden hafızama elbisemin yırtılma sesi takılıyor, neden gelecek pırıltılı hatıralar bir bir kayboluyor! Neden azalıyor ışıklar! Neden sönüyor spotlar! Söyleyin ah neden! Neden sahne kararıyor!


………………
*Bazen hayaller bir pencere pervazında tükense de…Evet bazen “hayal” bir pencere pervazına takılıp kırık bir bacağın alçısında ezilse de…yine de yine de…”Hayal” in peşinden
giden yüreklere ithaf edilmiştir.